Simli Resim

   
  M. VEFA GÜNER BENİM VE SİZİN SİTENİZ
  HİKAYELER
 

YAŞAM NEDİR ?

Gökyüzünde dünyayı yaşarken sonsuz özgürlüğümle birlikte, yaşamı arıyordum ne olduğunu bilemeden... Bir su damlasıydım, güneşin ışıklarında renklerle oynayan, karanlıklarda yıldızlarla konuşan... Mutluydum rüzgarla birlikte maviliğe savrulurken, mutluydum kuşlarla kanat çırparken, mutluydum gökkuşağı olup renkleri saçarken...

Takılmışken bir bulutun peşine, görürdüm yaşayanları yeryüzünde... Hepsi zamanla koşar gibi, hep bir şeylerin peşinde... Bazen bir kuşun kanadına karışır, uçardım onunla, rüzgâra karşı çığlıklarla birlikte.

Yaşamı sorardım kuşlara, nedir diye? Özgürlük derlerdi bana... Göklerde özgürce kanat çırpabilmek, rüzgâra baş kaldırmak. Ama yağmur yağdığında özgürlükleri elinden alınır, ağırlaşan kanatları daha fazla çırpınamazdı damlalar karşısında... Sığınırken bir kaya kovuğuna, özgürlüklerini teslim ederlerdi yağmura, sessizce...

Karıştım bir gün yağmur damlalarının arasına, gücü hissedebilmek için... Toprağa karışmak istedim, çoğalmak istedim, azgın bir nehir olup akmak istedim, deniz olmak istedim, yaşamı bulmak istedim, yaşam olmak istedim... Terk ettim gökyüzünü güneşe veda edemeden... Altımda gittikçe büyüyen yeryüzü beni kendine doğru hızla çekerken daha da büyüdüm, çoğaldım. Koşmaya başladım bir an önce toprağa kavuşabilmek için. Yaşamı hissedebilmek için... Yaşam olabilmek için...

Toprağa ilk dokunuş, ilk sarılış... Sıcaktı toprak, gökyüzünün olamadığı kadar... Beni sarmaladı şefkatle, beni içine aldı sevgiyle...
Sevdim onu... Seviyorum dedim yaşamayı seninle birlikte...Toprağın
derinliklerinde, karanlık sıcaklıklarda güveni hissettim... Zaman
geçtikçe büyüdüm, çoğaldım... Yerimde duramaz hale geldim...

Güneşi özledim... Yıldızlara merhaba demek istedim... Terk ettim
toprağı. Sıcaklığını, şefkatini. Bir sabah çiçekler açarken gökyüzünü
gördüm yeniden... Öylesine mavi, öylesine sınırsız, öylesine özgür...

Aktım, gittikçe büyüyerek... Beni sarmalayan toprağa dokunarak
aktım... Nereye gittiğimi bilemeden... Sadece yaşamı öğrenebilmek için aktım... Benimle çiçekler açtı ağaçlar da, topraktan otlar fışkırdı delicesine... Ben onlara yaşamı sunarken, cevap veremediler bana
yaşam nedir diye sorduğumda... Büyümek istedim... Daha hızlı akmak, denize kavuşmak istedim... Aktım gökyüzünün görünmediği ıssız ormanların arasından, yıllardır kımıldamaktan korkan taşları peşimde sürükleyerek, başkaldırırcasına ... Başakların rüzgârla dans ettiği ovalara geldiğimde duruldum... Onları seyredebilmek için yavaşladım... Sordum uçuşan kelebeklere yaşamı... Rüzgarla dans mı diye?.. Cevap vermediler bana... Denizi aradım uzaklarda, görebilmek için köpürdüm, taştım ona bir önce dokunabilmek için.

Sonra bir sabah, daha güneş ışıklarını serpmeye başlamamışken dünyaya, uzaklarda maviliği gördüm... Gördüm orada canlılığı, başkaldırmışlığı, hasreti... Kavuşmak istedim bir an önce, sarılmak istedim... Koynuna girmek istedim bir sevgili gibi... Yaşamı istedim ondan... Dokunduğumda denize, balıklar kaçtı benden, suyum karıştı denize... Bir oldum onunla...

Ufacık bir damlaydım, bulut oldum, toprak oldum, deniz oldum,
okyanus oldum. Kapladım dünyayı canlılığımla. Dalgalarla oynarken derinliklere karıştım... Derinliğin sessizliğinde güzellikleri buldum... Yaşam gizlenmiş güzellikler midir diye sordum denize? Cevap alamadım... İnsan olmak istedim... Yaşamın ne olduğunu öğrenirim diye...

Aynı toprak gibi sıcak ve karanlık bu yer bana güven verdi, huzur
verdi... Zaman geçtikçe, yerime sığamaz hale geldim... Güneşe
sarılmak istedim... Yıldızları görmek, denizle konuşmak istedim...
Yaşamı insanlara sormak istedim... Işıkla tekrar kavuştuğumda
özgürlüğümü hissettim yeniden... Küçük bir su damlasıyken
gezdiğim gökyüzünü yeniden görebilmek mutluluk verdi...

Büyüdüm zamanla... Diğer insanlarla birlikte, zamanla birlikte... Sordum insanlara yaşam nedir diye?.. Cevap veremediler... Bir gün aşık oldum birisine, neden diye sormadan kendime... Bir kuş gibi özgürce, bir nehir gibi delicesine akarak, bir deniz gibi sınırsızca sevdim birisini...
O zaman anladım ki; YAŞAM SEVGİDİR...
SADECE SEVGİ.

5 ÖNEMLİ DERS

 

Birinci ve de en önemli ders.

Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun

en iyi öğrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan

geldim ve orada çakıldım kaldım. Son soru şöyleydi: "Her gün okulu

temizleyen hademe kadının ilk adı nedir?.." Bu herhalde bir çeşit

şaka olmalıydı. Kadını yerleri silerken hemen her gün görüyordum.

Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. 50'lerinde falan olmalıydı. Ama

adını nerden bilecektim ki!.. Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı

teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test

sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu." Tabii dahil" dedi,

hocamız.." İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi

birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi

hakkeden insanlar bunlar. Onlara sadece gülümsemeniz ve 'Merhaba'

demeniz gerekse bile.." Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. O

hademenin adını da.. Dorothy idi.

 

İkinci önemli ders.. Yağmurda otostop!.

Bir gece, vakit gece yarısına doğru Alama otoyolunun kenarında duran

bir zenci kadın gördüm. ardaktan boşanırcasına yağan yağmura

rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye

çalışıyordu. Gecen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60'lı

yıllarda bir beyazın bir zenciye hem de Alabama'da yardıma

kalkışması pek olağan şeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm.

Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırken ille de adresimi istedi;

Verdim. Bir hafta sonra kapım çalındı. Muazzam bir konsol televizyon

indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda.. "Geçen gece

otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece

elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimi

yitirmek üzereydim, siz çıkageldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan

kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra

son nefesini verdi. Tanrı bana yardim eden sizi ve başkalarına

karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi kutsasın!.. En iyi

dileklerimle, Bayan Nat King Cole."

 

Üçüncü önemli ders.. Size hizmet edenleri hep hatırlayın..

Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk

pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu.. Çocuk sordu: "Çikolatalı

pasta kaç para?" "50 cent!.." Çocuk cebinden çıkardığı bozukları

saydı. Bir daha sordu: "Peki dondurma ne kadar.." "35 cent" dedi

garson kız sabırsızlıkla.. Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız

hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakit

geçirebilirdi ki.. Çocuk parasını bir daha saydı ve "Bir dondurma

alabilir miyim lütfen" dedi. Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın

kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi.

Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde,

gözleri doldu birden. Masayı sanki akan yaşlar temizleyecekti. Bos

dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 cent duruyordu..

 

Dördüncü önemli ders.. Yolumuzdaki engeller..

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir

kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler

olacaktı?. Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları,

saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi

kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek

sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz

tutamıyordu. Sonunda bir koylu çıkageldi. Saraya meyve ve sebze

getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya

sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı

ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına

almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü.

Açtı.. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde.. "Bu

altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral. Koylu,

buğun dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. "Her

engel, yasam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.."

 

Beşinci önemli ders.. Önemli olan vermektir..

Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek

yasam şansı beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük

oğlan ayni hastalıktan mucizevi şekilde kurtulmuş ve kanında o

hastalığın mikroplarını yok eden bağışıklık oluşmuştu. Doktor durumu

beş yasındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini

sordu. Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve

"Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı" dedi. Kan nakli ilerlerken,

ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu. Kızın

yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü

de giderek soluyordu.. Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle

doktora sordu: "Hemen mi öleceğim?.." Küçük doktoru yanlış anlamış,

ablasına vücudundaki bütün kani verip, öleceğini sanmıştı.

86400 Saniye

Bankada bir hesap sahibi olduğunu düşün, hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor, fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın, ertesi güne transfer edilemez. Paranı kullansan da kullanmasan da hesap her akşam sıfırlanıyor. Ne yaparsın? Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın; Hepimiz, Zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz;

Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz; yarına transfer edilemez, Her sabah hesabımız dolar, her akşam boşalır. Geri dönüş yok, saniyelerini şu anı yaşayarak harca, en iyisi bunlarla yatırım yap.

Mutluluk, sağlık ve başarı için. Zaman kaçıyor. Her gün için en iyisini yap.

Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor.

Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek doğuran anneye sor.

Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe,

Bir saatin değerini anlamak için, kavuşmayı bekleyen sevgililere sor.

Bir dakikanın değerini anlamak için, trenin kaçıran yolcuya sor.

Bir saniyenin değerini anlamak için, bir kazayı önleyemeyen sürücüye sor.

Bir saniyenin yüzde birinin değerini anlamak için olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor.

Her anını değerlendir, her dakikanı çok özel biriyle paylaş. Zamanına ortak edebileceğin kadar özel biriyle.

Unutma! Zaman hiç kimse için durmaz. Geçmiş zaman tarihtir. Gelecek zaman sırlar, mechullerle dolu.

Sadece şu an sana verilen gerçek bir armağandır.

Bu hafta dostluk haftası olsun. Arkadaşlar bulunmaz mücevherlerdir. Bizi üzerler, cesaretlendirirler ve zaman zaman avuturlar. Kalplerini bize açarlar. Arkadaşlarına, onları sevdiğini göster.

Arkadaşlık mesajını herkese gönder, cevap alırsan bütün hayatın için bir dostun bulunduğunu anlarsın.

Onlara ne kadar çok ihtiyacın olduğunu ve senin için ne kadar önemli olduklarını dikkatle denersen görürsün....


Ahmet Kabaklı hocanın Türkiye Gazetesindeki köşesinden alınmıştır...

BABA UNUTUR

Dinle oğlum, bunları sana sen uyurken söylüyorum. Küçücük elini yanağının altına sokmuşsun, nemli alnındaki sarı lülelerin yapış yapış ıslak. Odana bir hırsız gibi süzülerek girdim. Birkaç dakika önce kütüphanede oturmuş gazetemi okurken vicdan azabım nefes kesen bi dalga gibi üstüme geldi. Bir suçlu gibi yatağının başucuna geldim.
Neler mi düşündüm oğlum? Sabah sabah kızmıştım. Okula gitmek üzere giyinirken seni azarladım, çünkü yüzünü ıslak havluyla öylesine silivermiştin. Ayakkabılarının kirli olduğunu görünce sana onları temizlettim. Bazı eşyalarını yere attığında sana öfkeyle bağırdım.

Kahvaltı ederken bir sürü kusurunu buldum. Yiyecekleri etrafına saçıyordun, lokmalarını çiğnemeden yutuyordun, ekmeğine çok fazla tereyağı sürmüştün. Sen oyun oynamaya gidiyordun, bense trenime yetişmek zorundaydım. Bana baktın elini salladın ve “Güle güle babacığım” dedin. Ben ise kaşlarımı çattım ve “Dik dur!” dedim sana.
Akşam üzeri de durum farksızdı. Eve gelirken seni yere çömelmiş arkadaşlarınla bilye oynarken buldum. Çorapların yırtılmıştı. Arkadaşlarının önünde seni küçük düşürdüm ve kolundan tutup eve götürdüm. Bu çoraplar çok pahalıydı ve giymek istiyorsan dikkatli olmalıydın. Düşün oğlum bunları sana baban söylüyordu!

Hatırlıyor musun? Sonra çalışma odama girdin.Gözlerinde incinmiş bir ifade vardı. Kağıtlarımın üzerinden sana baktığımda bir an için çıkmaya yeltendin. “Ne istiyorsun?” diye bağırdım sana.

Hiç bir şey söylemeden koşup boynuma sarıldın ve beni öptün. Hem de büyük bir sevgiyle. Sonra koşarak dışarı çıktın.
Kağıdım elimden düştü. Bana neler oluyordu? Sürekli senin hatalarını buluyordum. Seni böyle ödüllendiriyordum. Seni sevmediğim için değil bu; senden çok şey beklediğim için. Seni kendi çağımın değer yargılarına göre değerlendiriyorum çünkü.
Oysa ki senin pek çok güzel özelliğin var. Kalbin öylesine yüce ki! Bu gece gelip beni öpüşün de bunu kanıtlıyor.Bu gece başka hiçbir şeyin önemi yok oğlum. Karanlıkta, yatağının yanında diz çöktüm ve çok utanıyorum. Bunları sana uyanıkken anlatsam da anlamazsın biliyorum. Ama yarın gerçek bir baba olacağım. Seninle oynayacağım. Sen acı çektiğinde acı çekecek, sen güldüğünde güleceğim. Dilimin ucuna kötü şeyler geldiğinde dilimi ısıracağım. Kendi kendime sürekli, “O bir çocuk!” diyeceğim.
Ben seni büyük bir adam gibi gördüm. Oysa ki sen daha küçük bir çocuksun. Daha dün annenin kolları arasındaydın, başını onun omzuna dayamıştın. Ah, senden çok şey bekledim oğlum, çok şey bekledim.
İnsanları eleştirmek yerine onları anlamaya çalışalım. Ne yapmak istediklerini anlayalım. Sempati, hoşgörü ve nezaket eleştiriden çok daha yararlıdır. “Bilmek affetmektir.” Dr. Johnson’ın da söylediği gibi, “Tanrı bile insanı son gününe kadar yargılamaz.” O halde neden biz yargılayalım?

Eleştirmeyin, kınamayın ve şikayet etmeyin! 

AŞK BİTİNCE

AŞK VE IŞIK

Bir gece gözümü bir damla uyku tutmadı. Pervanenin mumla konuşmasını dinledim. Şöyle diyordu pervane, ateşten sevgilisine; 'aşık olan benim, yanmak bana yakışır. Ağlayıp sızlayan ben olmalıyım. Peki sen niçin ağlıyorsun?'

Mum, 'benim zavallı sevgilim' dedi pervaneye, 'tatlı balımdan ayırdılar beni, haksızlıkla elimden alınınca Şirin'im, Ferhat gibi ağlayıp sızlamak da bana yakışır olmuştur.'

Hem konuşuyor, hem de yanağından ateşten süzülen damlalar dökülüyordu mum:

'Meclisleri ışıtan nuruma bakma sen, sel gibi içime akan ve beni yakan ateşime bak. Senin aşkın kuru bir iddiadır. Ne sabır var sende, ne de tahammül. Azıcık bir parıltı görünce kaçıyorsun. Ben yanıp eriyinceye kadar dikilirim ayakta. Senin sadece kanadını yakar aşk ateşi. Beni ise baştan ayağa yakmıştır.'

Söz sultanı Sadi mum gibidir. Görünüşü gösterişli ve parlak, içyüzü ateşli ve yanıktır. Şemle pervane dertleşirken gece ilerledi, derken peri görünüşlü bir güzel yaklaştı ve 'püff' diye üfleyip söndürdü onu.

Zavallı mumun dumanı başından çıkarken, 'aşkın sonu budur' dedi ve canını verdi.

Aşk ölerek kurtulmaktır geçici dünyadan.

Sevgilisinin eliyle ölenin mezarına gidip de ağlama.

'Ne mutluluk!' diye gıpta et, sevdiği onu öldürmeyi öldürerek diriltmeyi kabul etmiştir, diye düşün.

Eğer aşıksan bu kemendden kurtulmaya çalışma.

Sadi gibi korkusuz ve özgür bir aşık ol.

Büyük denizlere açıl, demiyorum, lakin bir kez açılmışsan tufandan korkma.

 

(Bostan- Şeyh Sadi-i Sirazi)

 

Fırat’ın bir yakasında yaşayan bir delikanlı ile öbür

yakasında yaşayan güzel bir kız varmış. Birbirlerine aşık

olmuşlar. Delikanlı her gece Fırat’ın sularında yüzerek karşı yakaya

geçer sevgilisine ulaşırmış. Şafak sökmesine yakın delikanlı

sevgilisine öpücük kondurup Fırat’ın azgın sularına girip öbür

yakaya geçermiş. Bu gecelerce böyle sürüp gitmiş. Yine bir gece

delikanlı Fırat’ı geçip sevgilisinin yanına gitmiş. Şafak sökerken

delikanlı veda öpücüğünü vermek üzere kadının yanına sokulmuş,

kadına dikkatle bakarak; - senin bir gözün kör müydü! demiş. Kadın o zaman delikanlıya bakarak; - sen sen ol, sakın ola bugün Fırat’a girme demiş. Delikanlı kadından ayrılmış, Fırat’a girmiş ve yüzme bilmediğinden boğularak ölmüş. Bizim delikanlı gerçekte yüzme bilmiyormuş, duyduğu aşk yüzünden, onun gücü sayesinde Fırat’ı geçermiş. O aşk bitince de...

 

.
 
 
  Bugün 16 ziyaretçikişi burdaydı!  
 

Simli Resim

Graffiti Text

Tıkla Sende Sitene Ekle




           
            Sitene Ekle

vefaaaaaaaaaaa tasarım
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol